Yorgos Lanthimos · Colin Farrell, Olivia Colman, Rachel Weisz, Léa Seydoux · R · 1h 59m
Yorgos Lanthimos’un “The Lobster” filmi, alışılmadık aşk hikayeleri alanında, tüm geleneksel normlara ve beklentilere meydan okuyan cesur ve esrarengiz bir başyapıt olarak duruyor. Aşkın, yalnızlığın ve toplumsal baskıların bu karanlık hicivli keşfi, eksantrik dünyasına girmeye cesaret eden herkes üzerinde kalıcı bir etki bırakan sinematik bir cevher. Büyüleyici sinematografisinden akıllardan çıkmayacak güzellikteki müziklerine kadar, “The Lobster” izleyiciyi baştan sona büyüleyen görsel ve duygusal bir yolculuk.
“The Lobster” ile ilgili ilk göze çarpan şey çarpıcı sinematografisi. Filmin görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis, olağanüstü çalışmasıyla büyük övgüyü hak ediyor. Film, bekar insanlara romantik bir eş bulmaları için 45 gün süre tanındığı, aksi takdirde seçtikleri bir hayvana dönüştürüldükleri distopik bir gelecekte geçiyor. Bakatakis, her karenin titizlikle oluşturulduğunu hissettiren, unutulmaz güzellikte bir dünya yaratıyor.
Geniş açılı çekimlerin kullanımı, çorak manzaraların uçsuz bucaksızlığını yakalayarak karakterlerin hayatlarındaki ıssızlığı vurguluyor. Kasvetli kırsal kesimden otelin steril iç mekanlarına kadar uzanan manzaralar, karakterlerin duygusal durumları için güçlü birer metafor işlevi görüyor. Kamera çalışması, seyirciyi bu tuhaf ve tedirgin edici dünyanın içine etkili bir şekilde çekerek bir tedirginlik duygusu sağlıyor.
Bakatakis’in gizem ve gerilim atmosferi yaratmak için düşük ışık kullandığı gece sahneleri özellikle etkileyici. Karanlık ve aydınlık arasındaki kontrast, filmin duygusal temalarına derinlik katıyor ve karakterlerin izolasyondan bağlantıya uzanan yolculuğunu simgeliyor.
Filmin kamera çalışmasının dikkat çekici bir yönü de düşük açılı çekimlerin kullanılması. Karakterler ormandayken sıklıkla kullanılan bu perspektif, karakterlerin yüksek ağaçlar ve uçsuz bucaksız, boş manzara karşısında küçük ve savunmasız görünmesini sağlıyor. Bu da karakterlerin kendilerinden çok daha büyük ve güçlü bir dünyada kapana kısıldıkları fikrini güçlendiriyor.
Tersine, karakterler oteldeyken yüksek açılı çekimler kullanılıyor ve bu da onları kurumun katı yapısı içinde küçük ve önemsiz gösteriyor. Bu kamera açıları, karakterlerin kendi hayatları üzerindeki fail ve kontrol eksikliğinin görsel bir temsili olarak hizmet eder.
“The Lobster “daki renk paleti seçimi de oldukça semboliktir. Filmde gri, bej ve beyaz tonlarının hakim olduğu sessiz ve doygunluğu azaltılmış bir renk düzeni kullanılıyor. Bu renk paleti, karakterlerin filmde tasvir edilen toplum içindeki yaşamlarının duygusal boşluğunu ve uygunsuzluğunu yansıtıyor.
Geniş açılı çekimlerin kullanımı, çorak manzaraların uçsuz bucaksızlığını yakalayarak karakterlerin hayatlarındaki ıssızlığı vurguluyor.
Lanthimos’un bir yönetmen olarak en güçlü yanlarından biri, belirsizlik ve tedirginlik atmosferi yaratma becerisi. Bunu, karakterler arasındaki etkileşimlere absürd ve gerçeküstü bir nitelik katan kuru ve ifadesiz bir diyalog sunma tarzı kullanarak yapıyor. Bu diyalog tarzı, karakterlerin duygusal bastırılmışlıklarını ve toplumsal normlara uymak için gösterdikleri umutsuz çabaları vurgulamaya yarıyor.
“The Lobster” sıradan bir aşk hikayesi değil; insanın bağlanma arzusunun ve toplumun kendi normlarını uygulamak için ne kadar ileri gidebileceğinin karanlık ve düşündürücü bir keşfi. Jenerik bittikten sonra da akıllardan çıkmayan bu film, izleyicileri aşkın doğası, kimlik ve içinde yaşadığımız dünyanın saçmalığı üzerine düşünmeye davet ediyor. Kendi eksantrik ve unutulmaz tarzıyla “The Lobster”, esrarengiz derinliklerine dalmaya istekli izleyiciler tarafından takdir edilmeyi ve el üstünde tutulmayı hak eden bir sinema sanatı ve hikaye anlatıcılığı başarısıdır.
