Yıl 2027, yer Londra…

Theo Faron (Clive Owen), geleceğin karamsar fakat gerçekçi dünyasında kendi halinde yaşayan bir adamdır. Bütün dünyada terör olayları almış başını gitmiş ve sadece İngiltere ayakta kalabilmiştir. Bu sebeple, dünyanın her yerinden İngiltere’ye legal ve illegal olmak üzere bir mülteci akını başlamıştır. Kısırlık da bu sıkıntıların başlıca sebeplerindendir ve dünya üzerinde yaşayan en genç insan 18 yaşındadır. Theo’nun eski eşi Julian (Julianne Moore) ile Theo’nun yolu bir şekilde kesişir. Julian şehirde yer alan ve amaçları mültecilere yardım etmek olarak gözüken örgütlerden birinin başıdır. Theo’nun kuzeni de hükümette önemli bir konumda olduğu için Julian ellerindeki iki mülteciyi liman şehri Bexhill’e götürmek için Theo’dan izin kâğıdı çıkarması talebinde bulunur. Theo da para karşılığı bu işi yapmayı kabul eder. Theo, Julian ve diğer iki mülteci izin kâğıtlarını alıp arabayla yola çıktıkları sırada beklenmedik bir saldırıya uğrarlar ve Julian ölür. Theo, bu iki mülteciyle birlikte bu örgütün karargâhına gider. Burada mültecilerden Kee’nin (Clare-Hope Ashitey) hamile olduğunu öğrenir. Kısırlığın hakim olduğu ve kaos yarattığı dünyada Theo bu durumu mucize olarak tanımlar ve asıl amacın Kee’nin “İnsan Projesi” olarak adlandırılan bir gruba ulaştırılması olduğu ortaya çıkar. Ardından Theo karargâhtaki bir konuşmaya kulak misafiri olur ve Julian’ın aslında bir örgüt içi infaza kurban gittiğini öğrenir. Kee ve yanındaki diğer mülteciyi alarak kaçar. Arkadaşı Jasper’in (Michael Caine) evinde saklanır, dinlenirler ve gidecekleri yol için yardım alırlar. Örgüt onlar evden ayrıldıktan sonra Jasper’in evine gider ve onu öldürürler. Theo ve yanındaki iki mülteci de Bexhill’deki mülteci kampına ulaşırlar. Bu arada doğum ya da Theo’nun ifadesiyle “mucize” gerçekleşir ve bir kız çocuğu dünyaya gelir. Onu korumak için bir an önce “İnsan Projesi” gemisine ulaşmalıdırlar. Örgütün de Bexhill’e ulaşmasıyla ordu, örgüt ve mülteciler arasında şiddetli çatışmalar başlar. Uzun süren kovalamacalar sonrasında Kee ve çocuk gemiye ulaşır fakat Theo ölür.

2006’da çekilen ABD-İngiltere ortak yapımı Children of Men, her şeyden önce bir bilim kurgu filmi olmasına rağmen azımsanmayacak derecede gerçekçi bir dünya resmetmektedir. Filmin senaryosu P. D. James’in 1992 yılında yayımladığı filmle aynı adı taşıyan distopik eserden uyarlanmıştır. Harry Potter ve Azkaban Tutsağı, Gravity ve Roma gibi filmlerle sinema çevrelerinde adından fazlasıyla söz ettirmiş Meksikalı Oscar ödüllü yönetmen Alfonso Cuarón’un kendine has sinema dilini sarih bir şekilde görebildiğimiz film, seyirciyi ilk sahneden son sahneye kadar kendi dünyası içinde tutmayı başarıyor. Cuarón’un atmosfer kurmadaki başarısını da göz önünde bulundurduğumuzda bu başarının tesadüf eseri olmadığını belirtmek gerekir. Senaryodan daha ziyade yönetmenliğin ve görselliğin öne çıktığı, hatta bunun bilinçli bir tercih olduğu da söylenebilir. Filmde fütüristik ögeler de mevcut, lakin göze batmayan özel efektlerle birlikte gerçekçi bir yakın gelecek tasvirinin yapıldığını söylemek mümkündür. Slovak sosyolog ve yazar Slavoj Zizek de film için şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: “Alternatif bir gerçeklik sunmaktan ziyade gerçeğin kendisini yansıtıyor gibi”.

Filmi, geçmişinde siyasi eylemlere karışmış ancak sonrasında apolitikleşmiş Theo’nun kendini bir olaylar silsilesi içinde bulması olarak özetlemek mümkündür. Filmde Theo’nun psikolojik dönüşümüne olaylar etrafımızda gerçekleşiyormuşçasına tanıklık ediyoruz. Film, bir distopik edebiyat klasiği olan ve Geroge Orwell’ın kaleme aldığı 1984’teki gibi otoriter rejim olgusunu da gözler önüne seriyor. Ha keza, kısırlık da burada kaosun başlıca sebebidir. Dan Brown’un çok satan romanı Inferno (Türkçe çevirisi Cehennem adıyla basılmıştı) ve bu romandan uyarlanan film de kısırlığı işlemişti. Film, mültecilerin acziyetini ve çaresizliğini de sunmakta ve resmettiği mülteci kamplarıyla göçmen politikalarına eleştiri getirmektedir. Filmde dini alt metinler de mevcuttur. Örneğin; dünya üzerinde hâkim olan kısırlığa rağmen Kee’nin hamile kalması. Hemen akıllara İsa-Meryem hikâyesi gelmektedir çünkü Kee de Meryem gibi bakiredir. Ve çocuğun doğumu da yeni bir milat olarak görülmektedir. Manidar bir şekilde Kee ve çocuğunun bineceği İnsan Projesi gemisinin adı Tomorrow’dur (Yarın).

Filmin alamet-i farikalarından birisi de kesinlikle yönetmen-görüntü yönetmeni işbirliği. Filmin görüntü yönetmenliğini Emmanuel Lubezki (Birdman ve Revenant gibi filmlerin yanı sıra yine Cuarón ile birlikte çalıştığı Gravity filmiyle Oscar ödülünü kazanmıştı) üstlenmiş. İyi tasarlandığı her halinden belli olan, çekilmesi zor ama başarıyla kotarılmış tek plan sahnelerle (bkz. Julian’ın ölümü, Theo’nun karargâhtan kaçışı ve Kee ile birlikte çatışmanın ortasında kalması) gerilim ve aksiyonu zirvede tutmayı becermiş bu ikili. Ha keza, Theo, Kee ve yeni doğan bebeğin çatışma ortasında kaldığında askerlerin büyük bir sessizlikle bu “mucizeyi” seyretmesi de sinema tarihinin en ikonik sahneleri arasında yerini almıştır. Bu sahnelerde seyirciyi tam da olayların merkezinde hissettirmesi, tedirginlik yaratması ve yaşanan kaosu seyirciye geçirebilmesi de filmin artılarından. Ayrıca, prodüksiyon tasarımı ve sanat yönetiminin de altını çizmek şart. Bu iki departman, olayların geçtiği metruk binalarla kurtarılmış bölge ortamını ve ıssızlık hissiyatını başarılı bir şekilde vermiş ve filmin atmosferine tartışmasız büyük bir katkı sağlamış.

Daha önce de bahsettiğimiz üzere, film temeldeki dini alt metnin tezahürleri olan Kee ile çocuğunu Theo’nun gemiye ulaştırmasıyla son buluyor. Ancak tam bir bağımsız film gibi ucu açık bir final yapıyor. Gemiye ismini de veren “yarın” nasıl olacak? İyi mi, kötü mü? Herkesin kendine göre bir çıkarım yapması mümkün. Filmde geçen çarpıcı bir replikle son noktayı koyalım: “Çocukların sesleri olmadan dünya ne garip bir yer!”